Atatürk’ün din anlayışı doğrultusunda (ki, aynı görüşler kendi el yazılarında dile getirilmiş, ayrıca Türk Tarih Tetkik Cemiyeti Başkanı Tevfik Bey’e yazdığı mektubun sansürsüz hali de Atilla Oral tarafından yayınlanmıştır) Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin “uzman”larına yazdırılıp ilk baskısı
12.6.1932 tarih ve 11 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiş ve Neşriyat Müdürlüğü’nün 83-5878 sayılı ve 19.7.1941 tarihli emriyle üçüncü defa olarak basılmış (Kitabın üzerindeki nottan) ve lise ikinci sınıflarda yıllar boyu okutulmuş “Lise II, Tarih” isimli ders kitabının “İslam Tarihi” bölümü tam bir faciadır.
Bu kitapta Kâbe “tavla zarı”na benzetilmiş, Kur’an “Muhammed’in fikirleri” şeklinde tanımlanıp, “vahiy” ve dolayısıyla Allah inkâr edilmiş, Hacer-ül Esved “Karataş efsanesi” denilerek aşağılanmış, Peygamber Efendimiz’den “Hicaz Peygamberi” (Türklerin başka peygamberi varmış gibi), “hicret”den “kaçış”, mübarek zevcelerinden “Muhammed’in karıları” diye söz edilmiştir…
Bu kadarı yeterli bulunmamış olmalı ki, Efendimiz’in mucizeleri “sonradan uydurulmuş hikâyeler” şeklinde karalanmış, hayatına ilişkin öğretiler “aşırı mübalâğa” olarak tanımlanıp genç dimağlara kuşku ekilmiştir…
Dünkü yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, kimsenin dini inançları beni ilgilendirmez. İsteyen “dindar” olabileceği gibi, “dinsiz” de olabilir. İnancını ya da inançsızlığını istediği gibi savunup yaymaya da çalışabilir. Bu dahi beni ilgilendirmez.
Ben tarihi kimliklere tarihsel açıdan yaklaşırım. Ancak devletin tepesinde oturan, her sözü “kanun” sayılan biri, bu kimliğiyle kişisel görüşlerini ders kitaplarına geçiriyorsa, kendi din algısını Müslüman toplumun çocuklarına dayatıyor demektir!
İtiraz noktam da zaten budur. Yani beni ilgilendiren Atatürk’ün dindar olup olmaması değil, kendi din anlayışını ders kitaplarına geçirmesidir.
Öyle anlaşılıyor ki, o devirde hem eğitim sistemi, hem de tüm hayat “dinsizleştirilmiş nesiller” yetiştirmek üzere plânlanmıştır.
Bu tercih, “dindar” milletimizin tercihi olamayacağına göre, iktidardaki tek parti diktatoryasının tercihidir. Bu iktidarın en başında Atatürk, yanında ise İsmet İnönü bulunmaktadır.
Nitekim bahiskonusu ders kitabı, Atatürk tarafından okunup düzeltildikten sonra, “Başvekil İsmet Paşa hazretleri”ne (kitaptaki ifadenin aynısıdır ve ne tuhaftır ki, Peygamber Efendimize “Hazret” demeyi çok görenler, bir birlerine böyle hitap etmiştir) havale edilmiş, o da “Reisicumhur hazretleri”nden gelen dosyaya, “gereğinin yapılması” kaydını düşerek, “Maarif Vekili hazretleri”ne göndermiştir.
İş bu kitabın “Kur’an ve Vahiy” başlıklı bölümüne bakalım:
“Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’ân denir... İslâm ananesinde bu ayetlerin Muhammed’e Cebrail adında bir melek vasıtasıyla Allah tarafından vahiy, yâni ilham edildiği kabul olunur.”
Görüldüğü gibi bu ifadelerle açıkça “vahiy” inkâr edilmektedir. Yani İslâm’ın temeli tahrip edilmektedir. Yani bir anlamda Allah’ın da “inkâr”ı söz konusudur.
Ayrıca aynı kitapta ne Peygamber Efendimiz, ne ashab hakkında hiçbir hürmet ifâdesine yer verilmemiştir. Hatta 93. sayfada, “Ezvac-ı Tahirat”tan (Efendimiz’in pâk zevcelerinden) “Muhammedin karıları” şeklinde bahsedilmektedir.
Gelin bu kitabın, her Müslümanın hayalini süsleyen Kâbe konusunu nasıl değerlendirdiğine de bir bakalım…
“Kâbe; mikâp yâni tavla zarı şeklinde demektir (Çirkin bir benzetme!) Filhakika Kâbe çok eskidir. Ne vakit ve kimler tarafından yapıldığı da bilinmiyor. Arap an’anesi Kâbe’nin inşasını İbrahim Peygambere atfetmektedir.” (Bunu Arap an’anesi değil, doğrudan Kur’ân-ı Kerim söylüyor).
Tarih 16/17.08.1931… Atatürk Yalova kaplıcalarındaki köşkünde dinlenirken, bu kitabın müsveddelerini okuyor, hiç beğenmiyor ve “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığına” hitaben kendi el yazısıyla bir mektup yazıyor. Mektubun bazı bölümleri şöyle (günümüz diliyle):
“Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; ‘Ikre, Bismi, Rabbi’ safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır… Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.” (Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, 80 Yıl sonra ilk kez, kendi el yazısıyla, sansürsüz, Demkar Yayınevi/Tarih Dizisi, Istanbul 2011, 1. Basım, sayfa 61. Orijinal el yazısı; sayfa 75).
Bu işin en anlamsız ve anlaşılmaz tarafı, gerçek Peygamber’e veryansın eden kitabın, yalancı peygamber Müseylime’den övgüyle söz etmesidir:
“Hakikatte Müseylime de kıymetsiz sayılmayacak ahlâkî ve dinî bir mezhep ortaya koymuştur.” (Sayfa: 112).
Bilmem başka söze hacet var mı? Yavuz Bahadıroğlu/29 Kasım 2014