Biliyorsunuz, Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve “ebedî vatan” olmasında emeği geçenlerin başında “Yürek Adamlar” gelir.
Küçük bir aşiret (boy) olarak Anadolu topraklarına giren Kayı Aşireti’ne ilk mefkûre aşısını yapan ve onları Bizans fethine hazırlayan yürek adamlardır. Konstantiniyye’nin fethi sırrını Kayı Hanlı yiğitlerin kulağına fısıldayıp fetih aşkını yalımlatan onlardır. Kısaca onlar, Osmanlı Devleti’nin manevî mimarı, Anadolu Müslümanlığının manevî bekçisi ve son Peygamberin mirasçılarıdır.
Âlimin ölümünü âlemin ölümünden farksız gören bir anlayışla yaşayan bir ümmet, elbette âlime gerek sevgi ve saygıyı gösterecek; elbette ümmeti idare edenlerin başında gelen padişahlar, âlimin kıymetini herkesten iyi bilecekti.
Hele de Sultan II. Murad gibi ilme âşık bir padişah ise…
Biliyoruz ki, Sultan II. Murad gerçekten ilme âşık, âlime meftun bir padişahtı. Seferde iken bile kıymet verdiği âlimlerden bir kaçını yanına alır, yakınında bulundurur, müşkillerini danışır, münazara ettirip dinler, sık sık tertiplediği sohbet ziyafetlerinde kemalât arardı.
Hele de Hacı Bayramı Velî ki, Ak Şemsüddin gibi bir deryaya şeyhlik yapmıştır…
Ama Sultan II. Murad’la arasına “fitne” girmiş, Padişah’ın kafası karışmıştı.
Aslında “hizmet”i Allah rızası ile taçlandıranlardan devlet zarar görmez: Ama hizmetin hangi mülâhaza ile olursa olsun ticarete ve siyasete âlet edilmesi, devleti de ümmeti de muzdarip kılar.
Veli’nin “hizmet ahlâkı”nda ve dünyasında “devlet” yoktu. Padişah ve devlete dua eder, hizmetin en iyisini vermeye çalışırdı. Tek hedefi insandı: Doğru insan, yani “Yürek Adam”…
Fakat dedikodular dur durak bilmiyordu. Güya Şeyh Efendi’nin etrafı dolmakta, giderek güçlenmekte, gücünü devlet aleyhine kullanmak için hazırlanmaktaydı.
Sultan II. Murad kuşkulandığından mı, yoksa söylentilere bir son vermek istediğinden mi, bilinmez, Hacı Bayramı Veli’yi Edirne Sarayı’na dâvet etti:
“İlminizden müstefid olmak isteriz”…
Davete icabet eden Hacı Bayram’la Edirne sarayında defalarca görüştü. Halis niyetinden emin olur olmaz da ezeli derdini açtı.
“Ah Konstantiniyye, ah Peygamber müjdesi! Muhasara ettik, alamadık. İçimize dert düştü: Hocam oraya ulaşmanın bir yolu var mı?”
Geleceğin Fatih’i Şehzade Mehmed odanın bir köşesinde oynuyordu. Ama henüz neyin ne olduğunu idrak edebilecek bir yaşta değildi.
Sadece Hacı Bayram Velî’ye çocuksu tortusuz saflığın berraklaştırdığı civan gözlerle bakmakta, merakını yutkunup mânâsını anlamadığı konuşmalara kulak kabartmaktaydı. Velî’nin aydınlık yüzünde sanki Konstantiniyye’nin anahtarını arıyordu. O sıralar Akşemseddin henüz genç bir medrese talebesiydi ve şeyhi ile birlikte gelmişti. Köşede tazim duruşuyla emir bekliyordu.
Sultan II. Murad’ın yüreğini Konstantiniyye’yi fetih ateşi nicedir tutuşturur, Peygamber müjdesine ulaşmanın rüyalarını görürdü ya, Şeyh Efendi’de hasretinin müjdesini arıyordu.
“Duanız berekâtıyla fetih bize müyesser olsa…”
Koca Velî, tefekkür ummanında kerametle buluşuncaya kadar sustuktan sonra, parıltılı gözleriyle küçük Mehmed’i sarmalayıp gülümseyerek konuştu:
“Mahzun olmayınız Hünkârım, Kostantiniyye’yi senin Mehmed’le benim Köse fethedecekler.”
Keramet aynen tahakkuk edecek, onca istemesine rağmen fetih Sultan II. Murad’a değil, oğlu II. Mehmed’e nasip olacak, Velî’nin “Köse” dediği şanlı müridi Akşemseddîn de “manevî fatih” olarak asırlarca selâmlanacaktı.
Hacı Bayram’lardan ve “Köse”lerden mahrum olmak, bize kendimizi kaybettirdi!
Yavuz Bahadıroğlu..2 Ocak 2016.Yeni akit