Olumlu adına ne varsa, "Cumhuriyete borçluyuz" demek, bazı çevrelerde moda oldu: O kadar ki, IMF borcu bile bitti, cumhuriyete borcumuz bitmiyor! Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle ekran resmi geçidi yaptırılan anlışanlı yorumcularımız bile bu klişeyi sık sık kullanıyorlar: "Efendim, bugün sahip bulunduğumuz her şeyi
Cumhuriyete borçluyuz!" Ezan mı? "Cumhuriyete borçluyuz!" Kur'an mı? "Cumhuriyete borçluyuz!" Camiler mi? "Cumhuriyete borçluyuz!" Hac mı? "Cumhuriyete borçluyuz!" Bayramlar mı? "Cumhuriyete borçluyuz!" Barajlar mı, yollar mı, hava meydanları mı? Onları dahi "Cumhuriyete borçluyuz!" Cumhuriyeti de "Atatürk'e borçlu" olduğumuza göre, siz sağ ben selamet, dostlarım; artık bu borç kıyamete kadar bitmez!
Yahu, cumhuriyetin 1950'ye kadarki bölümünde sadece baskı, şiddet ve sefalet var. Ankara'daki muktedirlerle İstanbul'daki karaborsacılar hariç, halkın geneli açlıkla boğuşuyor. Sanayi adına Alpulu Şeker Fabrikası, Beykoz Postal Fabrikası ve Sümerbank Basma Fabrikası dışında "sanayi tesisi" yok... Cep delik, cepken delik! Düşünün ki dostlarım, 1950 öncesinin Türkiye'sinde, Urla gibi bir Ege şehrinde dahi insanlar açlıktan ölüyor. Ölüyü kaldırmak için kefen bezi ve imam lâzım, ama ikisi de yoktur: Çünkü dini eğitim yasaktır (hac da öyle), kefen için ise üç-beş kuruş gerekmektedir. Taşköprü Müftülüğü kefen sorununu nasıl aşacaklarını "Diyanet Riyaseti"ne soruyor, "Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya" imzasıyla, 16.11.1942 tarihli ve 153 sayılı "fetva" ile bu iş için (kefen niyetine) pamuklu, yünlü, ipekli herhangi beyaz bir bezin kullanılabileceği bildiriliyor.
Yoksulluktan dolayı vergi borcunu ödeyemeyen köylünün damından kiremitleri indiriliyor, ahırındaki tek inek, ya da keçiye el konuyor. Ortalama bir memurun aylık maaşının 50 lira olduğu bir dönemde, "çağdaş uygarlık düzeyi" yolunda yükselme adına 75 bin lira gibi büyük paralar harcanarak heykeller dikiliyor... Cumhuriyete borçlu olduğumuz söylenen camiler ya yıkılmaya terk ediliyor, ya satışa çıkarılıyor ya da kereste deposu filan yapılmak üzere, azınlıklara satılıyor... Türkler Müslüman olduğundan beri gürül gürül okunan Ezan-ı Muhammedi bile değiştiriliyor, minarelerden "Tanrı uludur" çığlıkları atılmaya başlanıyor. Kürt "Kürdüm", Laz "Lazım", Çerkez "Çerkezim", Roman "Çingeneyim", Alevi "Aleviyim", Nusayri "Nusayriyim" diyemiyor, kimse ana dilini konuşamıyor, etnik kökenini, dini inancını (azınlıklar dışında!) yaşayamıyor..
"Türk'üm" demek bile yetmiyor, ayrıca da "Ne mutlu Türk'üm diyene" diye eklemek gerekiyor. Yetmezse, "Varlığım Türk varlığına armağan olsun" diye bağırmak zorunda kalıyorsunuz... İstiklâl Mahkemeleri, neredeyse "Önce as kurtul, sonra yargıla" formülüyle çalışıyor, önüne geleni sallandırıyor... Türkiye Cumhuriyeti, Sultan II. Abdülhamid döneminin okullaşma seviyesine ve öğrenci sayısına ancak 50'li yıllarda, Demokrat Parti iktidarı döneminde ulaşabiliyor. Cumhuriyet ekonomisi 1927'de yüzde 12.08; 1932'de yüzde 10.06; 1935'te yüzde 3.00; 1940'ta yüzde 5.00; 1941'de yüzde 10.03; 1943'te yüzde 9.08; 1944'te yüzde 5.01; 1945'te yüzde 15.03; 1949'da yüzde 5.05 küçülüyor. 1856-1922 yılları arasında (Saltanat döneminde) Türkiye'de 8 bin 619 kilometre demiryolu inşa edilmişken, 1923-1950 arasında buna sadece 3.578 kilometre ilave edilebiliyor. Yani, "demir ağlarla" ülke örülemiyor.
Atatürk'ün yakın çevresinden ve bakanlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "Politikada 45 Yıl" isimli eserinde manzarayı şöyle tasvir ediyor: "O sıralarda bence bu hâdiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlamasıydı. Bunlardan kimi arsa spekülasyonları, kimi idare meclisi azalıkları, kimi taahhüt işleri, kimi de türlü türlü şekillerde komisyonculuklar peşine düşmüş bulunuyorlardı... Hiçbirini durdurmak kabil olmuyordu." Borçlu yaşamayı sevmem: Ama Türkiye'nin, iyi-kötü bugünkü seviyesini Menderes'in başlatıp Özal'ın ve Erdoğan'ın devam ettirdiği çizgide aramak gerektiğini bilecek kadar yaşlıyım.
Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit, 03 Kasım 2012