Sadece bedenlerimiz üzerinde değil duygu ve zihinlerimiz üzerinde de korkunç bir hegemonya savaşı sürdürüyorlar. Güçleri yettiğince korku salıyorlar, imkân buldukça edepsiz bir kuşatmayla tuzağa sürüklemeye girişiyorlar. Bitip tükenmeyen bir vesayet hırsıyla, tedavi edilemez bir tahakküm saplantısıyla mücadele ettiğimizi bir an olsun unutmayalım.
Siyaset bilimi ve felsefesi şu yalın gerçekte temellenir: Fikir, ideoloji, kültür ve semboller alanında verilen mücadeleyi ötelemiş veya kazanamamış bir hareket ve örgüt belki dönemsel olarak hükümet olur ancak asla iktidar olamaz. Mücadelenin zamanı, zemini, şiddeti veya araçları dönem ve imkânlar itibariyle elbette tartışmaya açıktır.
Soru basit: Bürokratik oligarşiye hakikaten karşı mıyız? Bürokratik oligarşi tümden tasfiye edilmeden, yerine köklü bir hukuk devleti kurulmadan adil ve güvenli bir refah toplumu kurulabilir mi? Türkiye halkının üzerinde 90 küsur senedir askeri ihtilal komiteleri mantığıyla tahakküm eden Kemalist ideoloji ve iktidar sınıfları değil miydi? Ki bu dönemde ‘yurttan sesler korosu’ gibi ‘Başkomutan Atatürk ve gerçek Atatürkçülük’ güzellemeleri peydahlıyor troller, troliçeler? İşin en tuhaf daha doğrusu hiç de tuhaf olmayan yanı Atatürk ve Atatürkçülük güzellemesi için yarışlar tertipleyen trol ve troliçelerin daha düne kadar Fethullah Gülen ve Fethullahçılık için aynı işe soyunmuş olmalarıdır.
Hızla Değişen Dost ve Düşmanlar
Kıblesiz olmanın, güce tapmanın, fırsatçılığın tabi tezahürleri her dönem bir külte yaslanarak güya bir başka külte karşı mücadele pozları kesiyor. İslami değerlere değil Avrupa ve Amerika’ya yaslanan anti Kemalizm’den Mustafa Kemal’in milletimize verdiği ilhamları keşfe savrulan bir yüzsüzlük dikilmiş karşımıza. Fethullah ve çetesinin eteklerine tutunarak itibar kazanan bu yüzsüzlüğün temsilcileri bu dönemde bambaşka bir işe soyunmuşlar: “Fethullah’a karşı Kemalizm ve Kemalistlerle omuz omuza” cephesine asker kazandırma. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ilan edilen aşklar, yazılan şiirler, onunla beraber dökülen gözyaşları arşivlerde kalmış, hafızlardan silinmiş sanıyorlar.
Yıllar yılı Fethullah’ın fedaileriyle kol kola yürüyerek prim yapanlar değişen şartlara hızla adapte olmuş ve Mustafa Kemal’in askerleriyle yeniden zaferlerden zaferlere koşabilecek potansiyelimizin tarihsel ve toplumsal temellerine dair seri halde yeni tezler üretiyorlar! Bir uykudan diğer uykuya davetten, bir cuntanın kucağından diğer cuntanın kucağına zorunlu istikamet çiziminden başka reçeteleri yok ellerinde. Fethullah kültü ıskartaya çıkmış, ona bağlanan ümitler ve bu ümitler doğrultusunda vaadedilenler çökmüştü nasılsa. Bu sebeple eski ve resmi kült önüne ‘başkomutan’ ve ‘gazi’ sıfatları daha sık bir biçimde dercedilerek milli birlik ve beraberliğin vazgeçilmez sembolü olarak tekrar keşfedilmişti: Mustafa Kemal kültü.
“Atatürk olmasaydı” diye başlayan çarpık ve edepsiz mantık işte böylesi bir vasatta daha yüksek perdeden sahne alıyor. Kurban Bayramını gölgeleme hatta değersizleştirme yönünde onlarca senedir devrede tutulan operasyonlar yine devreye sokulmuştu. 30 Ağustos’un 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim gibi ancak Kemalist ve militarist bir tarih ve toplum projesinde anlam taşıdığını nasıl unutabiliriz? Hafızalarımıza tecavüze yelteniyor, tarihi gerçekleri iğfale teşebbüs ediyor olsalar da aşikâr olan hakikat şudur: tasfiye edilen sadece kişiler değil kurum, değer ve sembollerdi. Mustafa Kemal merkezli tarih kurgusuna, kişi kültü üzerine dizayn edilmiş geçmiş ve gelecek tasavvuruna itiraz etmek en tabii hakkımız ve en temel vazifemiz değil mi?
İçeride Musibeti Üreten Şebeke
Tarihle barışma veya geçmişle kavga etmeme değil önerdikleri. Aksine gasp edilen haklarımızdan sorgusuz sualsiz vaz geçmemiz ve ahmakça kullanıma hazır oluş öneriliyor. Tarih salt olarak dünün değil en az onun kadar bugünün ve yarının da inşası demektir. İktidar mücadelesi hukuk ve tarih mücadelesinden bağımsız olabilir mi? Lakin görülen o ki Mustafa Kemal’in varlığımız kadar namusumuzu da teminat altına aldığına iman etmemiz için psikolojik savaş söylemleri piyasaya sürülüyor ısrarla. CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal’ın zafer bayramı hediyesi işte bu faşist iklimin ilkel ve barbarca tezahüründen başka bir şey değildi.
Mahmut Tanal, söylem ve eylem biçimiyle saf kan bir Kemalist ve ne yazık ki bir prototip. Dönemsel olarak CHP kurmay kadrosu ve yayın organları bu tür çirkin söylemleri geri çekmiş olsa da Mahmut Tanal’ın 30 Ağustos Zafer Bayramıbeyanatı nasıl bir hegemonik ilişki ağını temsil ettiğini ilan ediyordu: “Atatürk olmasaydı ne olurdu biliyor musun? Annenin kim olduğunu bilirdin, babanın kim olduğunu bilemezdin?” Atatürk olmasaydı klişesi içerisinde “ezanlar okunamazdı, camilerde namaz kılınamazdı, adın Ahmet veya Mehmet olamazdı” gibi bin türlü örnek üretiliyor. Bu perspektif bütün bir toplum olarak varlığımızı ve namusumuzu Mustafa Kemal’e borçlu olduğumuzu ihsas eden son derece temelsiz ve mantıksız fakat bir o kadar da edepsiz ve yıkıcı bir musibettir.
Sosyal medyanın da desteğiyle Neyzen Tevfik’e isnad edilen fakat emekli bir emniyet müdürü olan Mutlu Çelik’e ait olan ‘be hey dürzü’ isimli iğrenç sövgü dizeleri son yıllarda adeta bir serlevha olarak başımızda paralandı. Şiirdeki “Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et” emrinin gerekçelerinden biri de Mahmut Tanal’ın ihtar ettiği “Sen anandan yine doğardın amma / Baban kim olurdu bilemezdin…” nankörlüğünü işaretlemek içindir. Edepsizlik zirve yapmış ve faşist yüzüyle Müslüman bir toplumun namusunu alay konusu yapıp tahkir ve tezyif etmekte. Çünkü FETÖ’yle mücadele adı altında Kemalizmle hesaplaşmayı değil ortaklaşmayı çıkış yolu olarak gören bir şaşkınlık ve acziyet hali de cesaret veriyor bu edepsizliğe. Bir kez daha yüksek sesle ilan edelim: Varlığımızı veya namusumuzu hiç kimseye borçlu değiliz.
Bütün eksik ve zaaflarına rağmen “muhafazakâr demokrasi” siyaseti temel hak ve özgürlüklerin önünü açıyor, kazanımlar sağlıyordu. Ancak tıkanma, yorulma ve büyüyen beka kaygısıyla çare sayılıp yanaşılan “muhafazakâr Kemalizm” hızla ufuk karartıyor ve süratle kazanımları berhava ediyor.
KENAN APLAY/YENİAKİT. 5 Eylül 2017