Eski zamanlarda Âd kavmi diye bilinen bir kavim vardı. Bu kavim, Yemen taraflarında Hadramut şehrinin kuzeyinde yaşıyordu. Bulundukları yere Ahkaf (kum tepeleri) adı veri liyordu. Onlar, tepelik yerlere yüksek ve çok sağlam bina lar yapıyorlardı. Aynı zamanda çok zengin idiler. Bu kavmi oluşturan iri yapılı, güçlü ve kuvvetli bir tabiata sahip olan insanlar, “şu dünyada bizden daha güçlü kimse yok” diye cek kadar da gururlu ve kibirli idiler.
Allah’ı unutup puta tapan Âd kavmine Cenabı Hak, doğru yolu bulmaları için peygamber olarak Hz. Hûd (aleyhisselam)’ı göndermişti. Hz. Hûd, onlara gitmiş oldukları yolun yanlış olduğunu anlatıyor, ancak onlar bu uyarılara kulak asmadıkları gibi Hz. Hûd’a hakaret ediyorlardı.
Hz. Hûd, bir gün onların toplu bulunduğu bir yere gidip şöyle dedi:
– Ey benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin ki, O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?
Bunun üzerine içlerinden biri şöyle dedi:
– Biz, seni bir çılgınlık ve beyinsizlik içinde bocalar görüyoruz ve senin yalancılardan biri olduğunu düşünüyoruz.
Bu ifadelere çok üzülen Hz. Hûd halkına şunları söyledi:
– Ey halkım! Bende çılgınlık, beyinsizlik yok. Ben sa dece Rabbü’lâlemin tarafından size gönderilmiş bir elçi yim. Size Rabbimin buyruklarını tebliğ ediyorum. Ben sizin iyiliğinize çalışan, sizi uyaran güveneceğiniz bir insanım. Sizi, başınıza gelebilecek tehlikelere karşı uyarmak için içi nizden birine, Rabbiniz tarafından bir tebliğ gelmesine hay ret mi ediyorsunuz? Hatırlayın ki, O sizi Nuh kavminden sonra onların yerine geçirdi ve sizi bedenen güçlü kuvvetli, gösterişli kıldı. O hâlde Allah’ın nimetlerini unutmayıp zik redin ki felah bulasınız.
İçlerinden en azılı olanlarından birisi ayağa kalkıp şöyle dedi:
– Yâ, öyle mi! Sen bize yalnız Allah’a ibadet edelim, atalarımızın taptıklarını ise bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi, bizi tehdit edip durduğun o felaketi başımıza getir de görelim!
Bu ifadeler oradakilerin hoşuna gitmişti. Kahkaha atıp Hz. Hûd’a hakaret etmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Hûd,
– İşte, üzerinize Rabbinizden bir azap fırtınası ve bir hışım indi. Siz, sizin ve atalarınızın uydurduğu ve zaten tanrılaştırılmalarına dair Allah’ın da hiçbir delil gönder mediği birtakım boş isimler hakkında mı benimle tartışıyor sunuz? Gözleyin öyleyse azabın gelişini! Ben de sizinle be raber gözlüyorum, diyerek aralarından ayrıldı. (A’râf, 7/6571)
Aradan günler geçmişti. Allah azap olarak ilk önce onların yağmurlarını kesti. Tam üç yıl boyunca bir damla bile yağmur yağdırmadı. Böylece her tarafta ciddî bir kuraklık başgösterdi. Övünüp durdukları İrem bağları kurudu. Çok zor durumda kalmışlardı. Ancak onlar hâlâ bunu bir uyarı olarak kabul etmiyor, yağmurun yağacağını bekliyorlardı.
Hz. Hûd, bunun, büyük bir azabın habercisi olduğunu biliyordu. Bu sebeple son bir kez kavmini uyarmak istedi. Bunun için yine onların topluca bulunduğu bir yere gidip şöyle dedi:
– Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin! Bu hizmetten ötürü sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi ve recek olan ancak Rabbü’lâlemin’dir. Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alamet yapıp saçma sa pan şeylerle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?
Hz. Hûd, bu sözlerle o binaların sadece plan, sayı ve ihtişamlarına değil, aynı zamanda bu israflı yapıların o mil letin ahlâk, kültür ve medeniyeti üzerindeki yakın etkilerine de itiraz etmiş oluyordu.
– Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Size bildiğiniz bunca nimetleri veren, size davarlar ve evlatlar ihsan eden, bağ ve bahçeler, pınarlar lütfeden o Rabbinize karşı gelmekten sakının. Müthiş bir günün azabının tepenize ineceğinden, gerçekten endişe ediyorum!
Onlar, Hz. Hûd’a cevaben şöyle dediler:
– Sen, ha böyle nasihat etmiş, ha etmemişsin, bize göre hepsi bir. Bizim tuttuğumuz yol, önceki atalarımızın sürüp gelen âdetlerinden başka bir şey değildir. Biz bundan ötürü de cezalandırılacak değiliz! (Şuara, 26/123138)
Bu ifadeler Hz. Hûd’un gönlünde derin yaralar açmıştı. Çok üzgündü.
Aradan günler geçti. Halk gökyüzünde siyah bir bulut gördü. Hepsi sevindiler. Yıllar sonra ilk defa bir yağmur bu lutu görüyorlardı. Ancak sevinçleri birazdan kursaklarından kalacaktı. Bulut şehrin üzerine iyice yaklaştığında etraf kararmıştı. Bu karartı onların içinde ürperti hasıl etmişti. Ardından şiddetli bir kasırga çıktı. Şiddetli rüzgar önüne kattığı her şeyi alıp uçuruyor, yerden yere vuruyordu. Koca şehir, yerle bir olmuştu. O sağlam binalar, güçlü, kuvvetli insanların hepsi ekin tanesi gibi sağa sola saçılmıştı.
Bu kasırgadan Hz. Hûd ve ona inanan bir avuç mü minden başka kimse kurtulamadı. Allah’ı ve peygamberi ni inkar edip onlarla alay edenler, bir kez daha cezalarını bulmuş oluyorlardı.
Kıssadan Hisse
1. Peygamberlerin hepsinin derdi ve davası birdi ve hep si de aynı hakikati dile getiriyorlardı. Evet, onlar insanların, Allah’ın himayesine sığınmalarını, Allah’tan korkmalarını ve O’na itaat etmelerini istiyorlardı. Bu vazifeyi yaparken de “İş yaptım, ücretimi verin.” demiyor; aksine, “Biz sizin için koştuk, yorulduk, sesimiz soluğumuz kesilinceye kadar sizin için cehd ü cihad içinde olduk.” diyor ve mükafatlarını Allah’a bırakıyorlardı.
2. Âd kavminin yaşadığı devir, insanlık tarihinde yepye ni bir devirdir. Kaleler, burçlar devri.. Tıpkı Cenevizlilerin gittikleri her yerde, en sivri tepelerde kaleler yaptıkları gibi, Âd kavmi de, diğer milletlerden korunmak için burçlar, ka leler yapıyorlardı. Ayrıca, oyun ve eğlence için de benzer binalar inşa ediyorlardı. Buradan şu sonucu çıkarmak da mümkündür: Bazılarının iddia ettikleri gibi beşeriyetin te melinde bedeviyet yoktur. İnsanlar medeniyeti peygam berlerle tanımıştır.
3. Âd kavmi, fâni olan sözlerini, fenâya mahkum olan hatıralarını, sanatla bâkîleştirmek istemişler, dünyada ebedî kalacak gibi, bakıp bakıp iftihar edecekleri, böbürlenecek leri harika saraylar, âbideler ve netice itibariyle kendilerini putperestliğe götüren sanat eserleri meydana getirmişlerdir. Öyle ki, onlar, bunlarla hep öğüneceklerini, gölgelerinde hep çalım çakacaklarını zannetmişlerdir.
Bu özellikler, taşları yontan, onlara şekil veren ve dağlara taşlara ölümsüzlük duygusunu işleyen mağrur, mütekebbir bir toplumun en bariz hususiyetleridir. Ortaya koydukları eserler, söz ve düşünceleriyle yanyana getirildiğinde görülür ki, bunların sanat ve mimari adına ortaya koydukları şeyler; birer sanat eseri olmaktan daha çok bir başkaldırma ve çalım âbidesidir. Allah, böyle bir toplumu sevmez ve onları cezalandırır.
4. Müminler de peygamberler gibi hak ve hakika ti muhtaç ve aç sinelere duyurmak için çaba göstermeli ler. Çok büyük bir sapıklık içinde bulundukları belli olan insanlar bile olsa, mümine düşen görev, Allah’ın ismini ulaştırabileceği her yere götürmek, bu uğurda başına gelen musibet ve sıkıntılara katlanmaktır.