Tarihçi Murat Bardakçı, muhalif ittifaktaki altı partinin yuvarlak masa toplantısını “Jön Türkler’in üçüncü kongresi” diye özetlemiş. Elhak doğru ve yerinde bir tespit.
İlk ikisinde Paris’te toplanan Jön Türklerin hedefinde Sultan Abdülhamid Han vardı.
Amaçlarına ulaştılar…Koskoca Osmanlı İmparatorluğu parçalandı, İstanbul bile sekiz sene İngiliz işgalinde kaldı. Nasıl gittikleri de ayrı bir tartışma konusu ya, neyse!
Şimdi hedefte, o devi yeniden ayağa kaldırmak için yirmi yıldır canını ortaya koyan Recep Tayyip Erdoğan var.
***
Tarih tekerrürden ibaret.
Yarın, Türkiye’nin uğradığı son büyük ihanetlerden 28 Şubat darbesinin yıl dönümü.
En az 400 milyar dolarımızı hortumlayan,
Türk Silahlı Kuvvetlerinin fişini Batı’ya ve İsrail’e daha güçlü bağlayan,
Batılı efendileri adına muhafazakârmilliyetçi kesimi “düşman” sınıfına koyan,
Sessiz çoğunluğa “Ben sizin seçtiğiniz iktidarı tanımıyorum. Ya benim istediklerimi seçersiniz ya da ben istediklerimi işbaşına getiririm” diyen,
Anadolu sermayesini ezip geçen,
Batı’dan, NATO’dan bağımsız millî politika yürütenleri saf dışı bırakan bir büyük ihanetin 25’inci yılı yarın. Şu cüretkâr tavra bakın ki, bugünün Jön Türkleri de yarın, yani tam da 28 Şubat’ın yıl dönümünde bildiriyi yayınlayıp, ‘eskiye dönüşü’ vadedecekler bize.
Haydi, gözümüz aydın!
***
Erdoğan, 28 Şubat’ın ağır sancılı döneminde, ezilen halkın en büyük umudu olarak doğmuştu. “28 Şubat bin yıl sürecek, bizden kurtulamayacaksınız” diyenlere inat, millet cevabını beş yıl sonra verdi.
İşbaşına getirilen bu halk kahramanının arkasında ne ABD vardı, ne Avrupa ne de bir başka ülke.
Bu yüzden hesabını sadece halka verdi.
Bıçak sırtı imtihanlardan geçti, bir kere bile millete sırtını dönmedi; ötesi ne der diye dert edinmedi.
İşte böyle bir liderle milletin kucaklaşmasına vesile olan 28 Şubat’ın yıl dönümünde Jön Türkler yine sahnede. Siz isterseniz ‘ittihatçılar’ da diyebilirsiniz onlara.
***
Kökü ta İngiliz oyunlarıyla devletin başına bela olan, mason Sadrazam Reşid Paşa’ya uzanan bir damardan bahsediyoruz.
Hep olduğu gibi; solcu, milliyetçi, dindar, demokrat maskeleri altında çıktılar tekrar sahneye. Tek hedefleri var; Erdoğan’ı devirmek ve 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat, 15 Temmuz darbelerine zemin hazırlayan çürük sisteme Türkiye’yi geri döndürmek.
Vadettikleri parlamenter sistem, 28 Şubat’ı da içine alan 1990’larda nasıl bir belaydı, unutmadık henüz. PKK’nın en çok azdığı, köyleri basıp toplu katliamlar yaptığı, PKK’nın siyasi kolunun Meclis’e girdiği, DHKPC’nin şehirleri kan gölüne çevirdiği, FETÖ’nün yapılanmasını tamamlayıp Genelkurmay Karargâhında bile ağırlandığı, siyasetin allak bullak olduğu, karanlık cinayetlerin ve suikastların eksik olmadığı, hükûmetlerin bir sene zor ayakta kalabildiği, Türkiye’nin kendi içiyle uğraşmaktan etrafına bakmaya fırsat bulamadığı kapkaranlık bir dönemdi o yıllar.
İşte buraya dönüş vaadiyle sahneye çıkıyorlar.
Zaman öyle şeyler gösteriyor ki…
28 Şubat’ın kadrine uğramış merhum Necmettin Erbakan’ın partisi de, 28 Şubat’çılara karşı olduğunu zannettiğimiz dönemin İçişleri Bakanı da şimdi 28 Şubat’çıların intikamı için toplanan masada!
Aralarında bir dönem Erdoğan’ın en yakınında bulunmuş isimler de var ki, ne karanlık bir ülke olduğumuzun göstergesi.
Sürpriz olmayan bir tek CHP. Bir de “gizli ortak” olarak tutulan, bundan da rahatsızlığını ifade eden Taşnak partisi HDP.
***
Murat Bardakçı, Paris’te Abdülhamid’i devirmek için yapılan birinci ve ikinci Jön Türk kongrelerinden farklı olarak, Ankara Ahlatlıbel’de Erdoğan’a karşı toplanan masada en azından doğrudan “dış müdahale” isteyenlerin olmadığını,
Önceki kongrelerde olduğu gibi “Taşnak” ve “Duruşak” gibi bağımsızlık için çalışan örgütler ile Haçadur Malumyan misali ayrılıkçı liderlerin çağrılmadığını,
Bu sebeple son kongrenin "millî" olduğunu yazmış.
İşte buna itirazım var. O masada HDP’nin olmadığına inanmak,
CIA örgütü FETÖ’nün kurdurduğu ya da yönetimini ele geçirdiği güdümlü partilerin millî çizgide kaldığını zannetmek fazla iyimserlik olur.
Hele hele o parti genel başkanları haftada bir yabancı elçi masasında poz veriyorsa…
İktidara geldiklerinde teröristleri serbest bırakmayı, sızdıkları kamu kurumlarına döndürmeyi vadediyorsa…
Batı ülkeleri ne isterse yapacaklarını, Suriye’den çıkacaklarını, S400’lerin fişini çekeceklerini, nükleer santrali durduracaklarını, Ege’de ve Akdeniz’de Batı ne istiyorsa yapacaklarını taahhüt ediyorsa…
Açıkça söyleyemeseler de, işbaşına geldiklerinde millî savunma projelerinin tamamını durduracaklarından şüphe etmiyorsak bu kişilerin…
Bu da yetmezmiş gibi, hazırladıkları ORTAK ANAYASA TASLAĞI’nda HDP üzerinden taşeron örgüt PKK’ya özerk bölgeler vermeyi imzalamışlarsa…
Bunları dış müdahale saymayacak mıyız yani!
Bu pencereden bakacak olursak eğer, 15 Temmuz’da kendi uçaklarımızla, tanklarımızla düşman adına bizi bombalayanları nereye koyacağız?
Direnişi kıramayınca bizim helikopterimizle Yunanistan’a kaçan CIA köpeklerine de sırf T.C. kimliği taşıdılar diye “millî” mi diyelim yani?
Zaten başımıza ne geldiyse hep bu iyimserliğimizden gelmedi mi?
************
Artık Zelenskiy’e saygım var
En son 3 Şubat’ta gittiğim Ukrayna’da gerek Zelenskiy’in, gerekse halkın Batı’ya olan güvenini, Gürcistan ve Kırım tecrübesinden ders almamasını tabii ki yadırgamıştım.
Rusya gibi tehlikeli bir ülkeyle komşu Ukrayna’nın, devletin başına eski bir şovmeni seçmesini pek çok kişi gibi elbette tuhaf bulmuş ve eleştirmiştim.
Lakin, savaş başladıktan sonra ortaya koyduğu cesareti görünce…
Sonuç her ne olursa olsun, Zelenskiy ile ilgili tek olumsuz cümle kurmama kararı aldım.
Savaş öncesi siyasi stratejilerinde hata yapsa da…
Kesinlikle saygıyı fazlasıyla hak ediyor Zelenskiy.
Putin’in dramatik doğumu
Sosyal medya, Rus lider Putin’in anne ve babasıyla ilgili çarpıcı anekdotla yıkılıyor birkaç gündür.
Yeni değil ama, Putin’in, 3. Dünya Savaşı’na dönüşmesinden korkulan Ukrayna saldırısıyla tekrar gündeme taşınmış.
Eski ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, “Zor Tercihler” adlı kitabında, Putin’den dinlediği şu trajik öyküyü anlatır;
***
İkinci Dünya Savaşı yılları.
Putin'in babası, cepheden, yaşadığı şehir St. Petersburg’a (O dönemki adıyla Leningrad) döner.
Evinin bulunduğu sokakta Hitler saldırısında ölenlerin cesetlerinin taşındığı bir kamyon görür.
Üst üste yığılan cesetlerden birinde, savaştan önce eşine aldığına çok benzeyen bir ayakkabı olduğunu fark eder.
Kamyona çıkar ve acı gerçekle karşılaşır.
Ceset eşine aittir.
Cenazeyi kendisi defnetmek ister.
Yardım isteyip kamyondan indirir.
İşte bu esnada tüyler ürperten bir şey daha olur.
Öldüğü zannedilen kadın, zayıf bir şekilde nefes almaktadır.
Hemen hastaneye götürülür, tedavi edilir.
1945’de 2. Dünya Savaşı biter.
Büyük şans eseri hayatta kalan bu kadın, 1952’de bir erkek çocuk dünyaya getirir.
O’nun ismi Vladimir Putin’dir.
***
Şu hayatın cilvesine bakın.
O bebek, şimdi 3. Dünya Savaşı’nın fitili ateşleyen isim olabilir.
Ya bugün onun kurban ettiği çocuklar…
En nihayetinde çocukluğumuz, karakterimizin kodlarını içerir.
Savaş işte böylesine korkunç yıkımları arkasından getirir.
Türkiye gazetesi /Yücel Koç