nandığı dinin emir ve yasaklarına riayet etme hususunda hassasiyet gösteren insanlara dindar diyoruz. Bu kişiler hayatlarının her bir alanını dinlerine uygun istikamette yaşamaya gayret ediyorlar ve neye inanırlarsa inansınlar kendilerini inançlarına bezemek için bir bedel ödüyorlar.
İnanmak bedel ödemektir. Bedelini ödemediğiniz bir inanca sahip olduğunuzu iddia edebilirsiniz fakat inancınızın dindarı olamazsınız. Bu durum emir ve yasakların ikisi için birden geçerli. Şöyle ki Müslümansanız; sıhhatiniz elveriyorsa oruç tutarsınız, şartları haizseniz zekât verirsiniz, imkanınız varsa kurban keser haccedersiniz, hangi durumda ve şartta olursanız olun namaz kılarsınız. Bunlar emredilenlerin sadece ibadete ait kısmıdır ve bedel meselesini açıklamak için yeterlidir.
Her yıl bir ay boyunca belirli vakitler içerisinde kendisini helalden bile men etmek kolay bir iş değildir. Niyesini kurcalamadan, nasılına takılmadan, sebebini irdelemeden, neticesini umursamadan sadece ve sadece “Rabbim emretti” diyerek oruç tutmak Müslümanlığın gerek şartlarındandır. Tutmayanlar için özellikle kavurucu sıcaklarda çok zor olan oruç ibadeti, oruçlu müminler için kalplerine tattırdığı zevk ile bir bedelden çok mükâfattır aslında. Ancak bunu sadece onlar bilir.
Zekât vermek bedel ödemektir. Size verilen mal ve mülkün içinde fukaranın hakkı olan kırkta biri, senede bir kez vermek öyle kolay iş değildir. İslam’dan ve zekât müessesinden hiç haberi olmayan bir insan için büyük bir bedel gibi gözüken zekât Allah için vermenin zevkine ermiş bir mümin için büyük mükâfattır. Malı azaltmayışını, bilakis temizleyişini, işin sosyal faydalarını filan hiç hesaba katmadan söylüyorum; “Rabbim emretti” diyerek kırkta birin hesabını cömertçe yapıp emredilen yerlere veren müminin neşesini, bu ibadeti bilmeyen zenginler bütün servetlerini bir araya getirse elde edemezler. Suretâ bedel olan zekât da hakikatte mükâfattır.
“Hac meşakkattir” buyruluşu bu ibadetin bedel cihetini tarif için kâfidir sanırım. Zaman ayırır, para harcar, çile çeker, sabreder, yorulur bedel ödersiniz. Seküler dünya görüşü; Himalayalarda arayıp buldum zannettiği huzurun, bir bina(!) etrafında çıplak ayakla dönerken bembeyaz ihramlarının altından kalplerine süzülüverdiğini bilmediği müminlerin hac ibadetini rasyonel bulmaz ve büyük bir bedel gibi görür. Hacerü’lEsved’e yüz sürüp, o tarifsiz rayihayı içine çeken dindar için, Kâbe’nin örtüsüne tutunup dua ederken kendisine icabet edildiğini, kalbindeki ince sızıdan bilen bir mümin için hac büyük mükâfattır.
Günü beş vakte bölerek, işine ara verip, yolculuğunu ona göre planlayıp, uykusunu bölüp, gün içindeki zamanını namaza endekslemek sahiden bedel ödemektir. Şöyle düşünelim şartlar oluşmamışsa hac ve zekât size farz değildir. Oruç, şartlar oluşmuşsa gereğini yerine getirerek yapmadan da yapmış sayılacağınız bir ibadettir. Namaz öyle mi ya? Ayakta duramıyorsan oturarak, kalkamıyorsan yattığın yerden, azalarını hareket ettiremiyorsan ima ile ama mutlaka kılmak zorundasındır. Şöyle demişler: Kişi denizin dibine sürüklenerek boğuluyor olsa şayet vaktin girdiğinden eminse namazı o haldeyken bile ima ile de olsa kılmakla mükelleftir. Bedel dediğiniz zorluğu nispetince mükâfatsa şayet, Hac ömürde bir, oruç yılda bir, namaz günde beş vakit mükâfattır. Uykusunu en tatlı yerine “namaz uykudan hayırlıdır” diye bölüp, tertemiz bir abdestle kirlerin görünmeyeninden de arınan bir müminin, secdede gözünden süzülüverecek bir damla yaşla beraber nerelere yükseldiğini bilenler bilir biraz bu mükâfatın nice olduğunu. İbni Ataullah (k.s); “Yaptığı ibadete karşılık mükâfat bekleyene şaşarım, ibadet edebilenlerden olmak mükâfatın ta kendisiyken” buyururken sanırım biraz da buradan bahsediyor.
Emredilenleri yapmak mümin için böylesi bir bedel manasına geldiği gibi nehy edilenlerden kaçınmakta aynı şekilde bedeldir. Yazı bitmeden esas mevzuua girebilmek adına tek bir örnekle arz edeyim: Zina etmemek ve hatta yaklaşmamak dinin bir gereğidir; dışarıdan bakan için büyük bedel gibi gözüken bu durum, gözlerini bile haramdan korumak hassasiyetiyle ayakuçlarına mıhlayan mümin için tarifsiz mükâfattır.
Gelelim konumuza...
Kurban kesmek bir ibadettir ve hele ki bu çağda kelimenin tam anlamıyla bedel ödemektir. Çünkü orucu sıhhatle, zekâtı sosyal adaletle, namazı egzersizle kendi aklınca özdeşleştirerek kabul edilebilir bulan zavallı seküler dimağ, kurban için benzer bir mekanizmayı maalesef çalıştıramamaktadır. “Rabbim emretti kurban kesiyorum” yiğitliğiyle mevzuu izah etmek asaletinden mahrum dindarların “Ama ama biz fakire de dağıtıyoruz, onlar da et yemesin mi” diye kıvırmaya çalışmaları bile çağımızın çokbilmiş çok sevmiş insanına, velev ki Müslümanım bile dese bu ibadetin niçin var olduğunu izah etmeye yetmiyor. Oysa ibadetin niçini olmaz! Niçin namaz kılıyorsun sorusuna “Allah emrettiği için”den başka cevap verenin namazı cevabında izah ettiği niçin içindir ve ibadet değildir.
İnanmak bedel ister ve bu bedeli ödemek ancak kendisini dine uydurma gayretinde olan hakiki inananların harcıdır, İslam’la irtibatı; “Biz de Müslümanız ayol” kıvamındaki tatlı su balıkları, bu bedeli ne kalplerine kabul ettirebilirler ne akılları izah etmeye yeter. Çünkü onlar kendilerini dine uydurmanın bedel gerektirdiğini görerek, dini kendilerine uydurma kolaycılığına kaçmış zavallılardır. “Benim Allah’ım hayvanların böyle katledilmesini(!) emretmiş olamaz” diyen de, “benim inandığım Allah dört eşle evlenmeye müsaade etmez” diyen de, “Allah katında din İslam’dır dediğimiz zaman diğer inanç sahiplerine ayıp etmiş oluyoruz” diyen de dini kendi aklına uydurmaya çalışmaktadır ve halt etmektedir. İnsan bir kez halt etmeye başladı mı; “masadan oturduğu gibi kalkabilene içki helal olur, zina nesil bozulmasın diye yasaklanmıştır zaten, korunana sıkıntı yoktur, rasyonel olarak bakınca faiz bu şartlarda olabilir, vergi zekâta sayılabilir aslında” derken bir de bakarsınız ki ortada din kalmamış.
Kimse bu dine inanmak zorunda değil. Kimse hayatını inandığını iddia ettiği bu dinin gereklerine göre biçimlendirmeye mecbur değil. Biz kimseye neden namaz kılmıyorsun, oruç tutmuyorsun, kurban kesmiyorsun diye sormuyoruz. Ama hiç kimse de kalkıp yaşamaya büzüğü yemedi diye bu dini kendine uydurmaya kalkmasın! Kurun kendinize bir büzük dini, yazın bir kitap, belirleyin ibadeti yasağı kafanıza göre, oh mis, karışan mı var!
Karışmayız ama bunca yıllık din kardeşliğimizin hatırına küçük bir ricamız olsun, kitabınızın başına yazıverin: Bundan böyle kebapçının kapısından girene boğa boynuzu!
Serdar Tuncer/Yenişafak Gazetesi