Kur’ânı Kerîm niçin Arapça indirilmiştir? İşte Kur’ânı Kerîm’in Arapça indirilmesinin hikmeti…
Arap yarımadasında coğrafî yapının tesiriyle bedevîlik hayatı hâkimdi. İnsanlarda, yaşadıkları muhitin tesiriyle büyük bir cesaret ve şecâat tecellî etmiş, gökkubbenin parlak yıldızları altında pek aydın zekâlar zuhur etmişti. Bunlar fikirleri zengin mazmunlar, lâtîf recezler ortaya koymuşlar, bilgileri büyük olmadığı halde birçok âlimi hayrette bırakacak derecede belîğ, fasîh manzume ve hitabelerle isimlerini asırlar boyu yaşatmışlardı.
Asrı Saâdet’e yakın zamanlarda belâgat, Araplar arasında yüksek dalgalarla çalkalanan bir derya gibi coşmuştu. Kabileler arasında belagat yarışları meydan almış, arkadaşlarına üstün gelen şâirlerin manzumeleri altın suyu ile yazılarak Kâbei Muazzama’nın duvarlarına asılmış, beşerî kemâlâtın en güzîdelerinden olan fesâhat ve belâğat, kabileler arasında övünç kaynağı hâline gelmişti. Ukâz panayırında büyük edebî bir mahfilde okunarak alkışlanan bir kısım kasideler zamanımıza kadar gelmiştir (Muallakâtı Seb‘a).[1] Bunların ne büyük birer belâgat âbidesi olduğu malûmdur. Araplar arasında fesâhat ve belâgatin bu derece terakkî etmesi, bir misli daha görülmemiş olan edebî bir mucizenin zuhûruna bir mukaddime demekti.[2]
KUR’AN DİLİ NEDEN ARAPÇA?
Yani Cenâbı Hak, âdetâ bu dili son kitâbı için hazırlamıştı.
Prof. Dr. A‘zami şöyle der:
“Dindar bir müslümana göre, kitabını koruyacağını defaatle bildiren Allah Teâlâ’nın nihâî vahiylerini insanlara ulaştırmak için bozulmaya müsait bir dil veya yazıyı asla tercih etmeyeceği tartışma götürmez bir husustur. Arapça, edebî kapasitesi, ifade gücü, şiirselliği, ortografisi ve paleoğrafisinde[3] yeterince gelişmişti. Allah Teâlâ diğer diller arasında onu seçmek sûretiyle insanlığa büyük bir lütufta bulundu.” (A‘zami, Kur’an Tarihi, s. 214)
On farklı dili bilip kullanan Prof. Dr. M. Hamidullah şöyle der:
“Bilindiği gibi Kur’ânı Kerîm, Arap dilinde yazılmış ilk kitaptır. Bu dil, dikkati çekecek şekilde asırlar boyu istikrarlı ve sağlam bir hâlde kalmıştır. On dört asırdan fazla bir zamandan beri, kelime haznesi, imlâ tarzı, telaffuz şekli ve hatta gramer yapısı, gerçekte hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Allah’ın bir hikmeti ve takdiri olarak bu durum, modern olsun eski olsun bütün dünyada gelmiş geçmiş hiçbir dilde görülmeyen bir durumdur. Böylece diyebiliriz ki bu gibi mühim husûsiyetlere sahip Arapça’dan başka hangi dil, kıyamete kadar değişmeden devam edecek ilâhî vahiylerin muhafaza edilip ileriki nesillere aktarılmasına daha elverişli ve daha uygundur?! O hâlde, bu dilin sadelik ve açıklığını ortadan kaldırmaya yönelik bütün menfî gayret ve teşebbüslere karşı direniş göstermeleri dolayısıyla, Arapça konuşan milletleri tebrik etmemiz gerekir. Mevcut lehçe ve ağız farklılıklarına ve bu dilin konuşulduğu ülkelerin birbirinden farklı durumlarına rağmen Arapça’nın yazı dili değişmeden günümüze kadar aynen muhafaza edilmiştir. Hz. Muhammed r’in konuştuğu Arapça, günümüz radyo ve televizyonlarında konuşulan yahut modern gazete ve dergilerde kullanılan Arapça’nın aynısıdır.” (Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ânı Kerîm Tarihi, s. 7677)
KUR’AN’IN ARAPÇA İNDİRİLMESİNİN SEBEBİ.
Hakikaten diller arasında bir mukayese yapıldığında Arapça’nın, âhenk, kelime yapısı, fiil çekimleri ve telâffuz kâideleri gibi pek çok husûsiyetiyle diğer dillerden üstün olduğu görülecektir. Arapça, en ufak bir teferruatı bile zâyî etmeksizin veciz ve özlü ifadelere imkân veren bir lisandır. Lügat sahasındaki zenginliği sayesinde bu lisan, her çeşit fikri, takdire şâyan bir hassâsiyet ve zerâfetle ifade edebilmektedir. On beş asırdır kâidelerinde değişikliğin olmaması, Arapça’nın, daha o zaman istikrar kazanmış ve tekâmülünü tamamlamış bir lisan olduğunu gösterir. Nitekim Kur’ânı Kerîm Arapça’yı; pek açık bildiren, mânâları kolayca ifade eden, kolayca anlaşılan, gayet beliğ, tesirli ve en kuvvetli bir ifade aracı olarak tavsîf etmektedir.[4]
Kur’ân’ın Arapça olarak indirilmesinin bir sebebi de Allah’ın İslâm’ı Arap yarımadasına indirmeyi murâd etmesi olabilir. Bizans, İran, Yunan, Hint gibi medeniyetler fâsit bir dâire hâline gelen felsefî münâkaşa ve hurâfeler içinde boğulurken, Araplar bütün bu menfîliklerden uzak, askerî taarruzlardan, kültür ve medeniyet istîlâlarından korunmuş bir mıntıkada yaşıyorlardı. Hiçbir zaman esâret zilletini tatmamışlardı. Arapların tabiat ve mizaçları, şekillenmemiş hammadde gibi idi. Fıtratlarındaki temizliği tamâmiyle kaybetmemişlerdi. Ayrıca iffet, sözünde durma, cömertlik, vefâ, sadâkat, sabır ve mertlik gibi güzel hasletleri vardı.
Kur’ân’ın, felsefî fikir cereyanlarından uzak olan ümmî bir topluma ve ümmî bir peygambere indirilmesi, onun ilâhî kaynaklı olduğunu ispatlamada mühim bir rol üstlenmiştir.
Diğer taraftan Arap yarımadası; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının birleştiği bir noktada ve çeşitli devletlerin tam ortasında merkezî bir konuma sahip olduğundan, İslâm’ın yayılmasında coğrafî bir üstünlüğe de sahipti.[5]
İnsanlık târihiyle yaşıt dînî bir merkez olan Kâbe’nin burada bulunması da en mühim sebeplerdendir.
Bu şekilde pek çok hikmet ve sebep sıralanabilir. Ancak en mühim sebep, Allah’ın son kitabını Arapça olarak indirmeyi murâd etmiş bulunmasıdır.
[1] Kur’ânı Kerîm nâzil olmaya başlayınca bu meşhur şairler Kur’ân’ın edebî yönüne hayran kalmışlardır. Bunlardan İmriü’lKays’ın Kâbe duvarında ilk sırada duran şiiri, yine şâir olan kızkardeşi tarafından indirilmiştir. (Ahmed Cevdet Paşa, Kısası Enbiyâ, I, 83)
Yine bu meşhur şâirlerden Lebîd bin Rebîa, “Allah’a hamdolsun ki gelip çatmadan ecelim, İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim” diyerek müslüman olmuş ve bu beyt onun son şiiri olmuştur. (İbni Abdi’lBerr, elİstîâb, III, 1335) Hz. Ömer birgün Lebîd’e:
“–Ey Ebû Akîl! Şiirlerinden bana bir şeyler okusana!” dediğinde:
“–Allah Teâlâ bana Bakara ve Âli İmrân sûrelerini öğrettikten sonra ben asla şiir söylemem! Allah beni bu Kur’ân’la değiştirdi!” cevabını vermiştir. (İbni Sa’d, VI, 33; İbni Esîr, Üsdü’lğâbe, IV, 516)
Kureyşin en beliğ şair ve hatiblerinden Velîd bin Muğîre, Nahl sûresinin 90. âyetini işittiğinde; “Vallahi, az önce Muhammed’den öyle bir kelâm dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir halâveti (tatlılığı), öyle bir talâveti (güzelliği) var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı verimli ve bereketli! O muhakkak üstün gelir, ona üstün gelinemez” demekten kendini alamamıştır. (Hâkim, II, 506507/3872)
[2] Ömer Nasûhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, I, 3940.
[3] Ortografi: İmlâ usûlü; Paleografi: Harflerin şekli ya da noktaların kullanımı gibi yönleriyle bir dilin yazısını incelemek.
[4] Nahl, 103; Şuarâ, 195; M. Hamdi Yazır, Hak Dîni, (Yûsuf, 1).
[5] Bkz. Şûrâ, 7; Dr. Sa‘d elMarsafî, elKâbe merkezü’lâlem, Beyrut 2000; Muhammed İlyas Abdülganî, Târîhu Mekkete’lMükerrameti Kadîmen ve Hadîsen, elMedînetü’lMünevvere 2001, s. 1213.