Auto-Created-3
15 Kasım 2017 ( 360 izlenme )
Reklamlar

Ömerül Faruk Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe

Hazreti Hamza’nın Müslüman olması üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer almıştı.

Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün çileden çıkardı. Hazreti Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün, Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescidi Harâm’da namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye başladı. Habîbi ekrem efendimiz, ElHâkka sûrei şerîfini okuyordu.
 Kalbim meyletti Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı. Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır: “Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne, derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum. Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl oldu.” Bu hâdisenin, Hazreti Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri olmuştur. 


Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına zemin hazırlamıştır. Hazreti Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki: Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız altın vereceğim! Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki: Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur. Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka yapabilecek kimse yoktur. Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü. Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.

 Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu: Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun? Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren bir kimseyi öldürmeye gidiyorum. Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde pervane gibi dönmektedir. Ona bir şey olmasın diye titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin! Yakınlarınla uğraş Bu söze çok hiddetlenen Hazreti Ömer kılıcına sarıldı: Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim. Nuaym bin Abdullah cevap verdi: Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular.

Sen önce kendi yakınların ile uğraş! Hayır, onlar Müslüman olamazlar. Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor! Bunun üzerine Hazreti Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş, eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hazreti Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş, okuyorlardı. Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı saklayıp, Hazreti Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. İçeri girince sordu: Ne okuyordunuz? Bir şey okumuyorduk. Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun sihrine aldanmışsınız! Niçin utanmazsın? Hazreti Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi, efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat indirdi.

Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi. Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü teâlâya sığınarak dedi ki:  Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz. Sonra Kelimei şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu. Yumuşak sesle dedi ki: Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın. Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem. Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma, âyeti kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ânı kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri kalbini gitgide yumuşattı. (Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ: 6] meâlindeki âyeti kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye daldı. Dedi ki: Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allahın mıdır? Evet, öyle ya! Şüphe mi var? Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Biraz daha okudu. (Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur) [Tâhâ: 8] meâlindeki âyeti kerîmeyi düşündü. Sonra dedi ki: Hakîkaten, ne kadar doğru. Ömer ile kuvvetlendirHabbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr getirdikten sonra müjdeyi verdi: Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ ederek,“Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu.

 Bu âyeti kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz? dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu. Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı sırada, Resûli ekrem, Hazreti Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli olduğundan, Eshâbı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı. Hazreti Hamza dedi ki: Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:  Yol verin, içeri gelsin! Îmâna gel yâ Ömer! Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı.

Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:  Îmâna gel, yâ Ömer! O da temiz kalb ile Kelimei şehâdeti söyledi. Eshâbı kirâmın, sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi. Hazreti Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı: “Müslüman olduğum zaman, Eshâbı kirâm, müşriklerden gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim: Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?  Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.  Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz, dîni İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha lâyıkız. 

Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız. Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır. Artık ortaya çıkalım. Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Haremi şerîfe doğru yürüdük.

Safların birinin başında Hamza, diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı un edercesine, Mescidi harâma girdik. Kureyşli müşrikler, bir bana, bir Hazreti Hamza’ya bakıyorlardı." Beni bilen bilir Hazreti Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp, “Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hazreti Ömer hiç aldırış etmeden Kelimei sehâdet getirdi:  Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh! Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hazreti Ömer bu müşrik gürûhuna dönerek dedi ki: Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim! Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan uzaklaştılar. Böylece, ilk defa Haremi şerîfte açıktan namaz kılındı. Hazreti Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi, adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur. Bir gün at satın almak istedi.

Atı tecrübe etmek niyetiyle biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip kazâya uğradı. Hazreti Ömer atı satıcısına geri vermek istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu: At, sahibinin izniyle mi koşturuldu? Hazreti Ömer dedi ki: Hayır, ben denemek için koşturdum. Atı almak macbûriyetindesiniz Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:  Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi, sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz. Hazreti Ömer; Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın bedelini verdi. Hazreti Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı. Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar yaydılar. 

İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce teslîm oldu. Hazreti Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a sordu: Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır? Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır. Konuş, sana zarar gelmiyecektir. Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim üstünlüğümüz sona erdi.

Siz azîz, biz zelîl olduk. 
Söz vermiştiniz Hazreti Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu: Ne yapalım bunu? Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler. Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehit etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu? Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin. Hazreti Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehit olmasına sebep olan Hürmizân'ın hayatını bağışladı. Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hazreti Ömer eski can düşmanını bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu. Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi. Hazreti Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla karşıladı. Hazreti Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe devesinden indi.

 Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti. Hakîr bir kavimdik Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını çeken Hazreti Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû Ubeyde bin Cerrâh dedi ki: Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler. Hazreti Ömer buyurdu ki:  Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder. Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti. Halîfe Hazreti Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı olduğu işitildi.Yanında bulunanların ba’zısı; Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da; Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım, dedi. Halîfe de buyurdu ki: Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur. İlk karantina Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu: Sen ne dersin? Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!”buyurmuştu. Halîfe de; Elhamdülillah, benim sözüm, hadîsi şerîfe uygun oldu, deyip, Şam’a girmediler. Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaştırmış olurlar. Hazreti Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hazreti Ebû Bekir’e ta’yîn edilen maaş kadar ücret alıyordu. Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hazreti Ömer, geçim sıkıntısına düştü. Bu durumu gören, Eshâbı kirâmın büyüklerinden ba’zıları toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm hazretleri şöyle bir teklifte bulundu: Kendisine söyliyerek maaşını artıralım. Teklifi bildirelimToplantıda bulunan Hazreti Ali buyurdu ki: Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl eder. Gidip teklifi bildirelim. Bu arada, Hazreti Osman söz alıp buyurdu ki: Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil, kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya anlatalım, o teklif etsin! Hazreti Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hazreti Hafsa’nın huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar. İsim vermeden, yapılan teklifleri Hazreti Ömer’e bildirmesini istediler. Hazreti Hafsa babasının yanına varıp dedi ki: Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun için maaşını artırmayı teklif ediyorlar. Hazreti Ömer, bu teklife celâllenip sordu: Kimdir onlar? Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem. Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın. Sonra kızı Hazreti Hafsa’ya sordu: Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği en kıymetli elbise neydi? İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cum’a hutbelerini bunlarla okurdu. Peki yediği en iyi yemek neydi? Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi. Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi? Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik. Artanı muhtâçlara vereceğim Daha sonra Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle! Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder, fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi. Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim. Resûlullah efendimiz, ben ve Hazreti Ebû Bekir, bir yol takip eden üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka yoldan giderse, onlarla buluşamaz. Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayrimüslim halkı korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya ticârî maksatla gelmiş olan gayrimüslimleri de sınırları dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte sayısız örnekleri vardır. Bize sığınmışlar Meselâ, Halîfe Hazreti Ömer zamanında, bir ticâret kervanı gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan hemen uyudular. Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hazreti Ömer, şehri dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü. Hazreti Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından kaldırarak buyurdu ki: Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım. Abdurrahmân bin Avf cevap verdi: Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum. Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hazreti Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına şöyle anlattı: Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip, eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var mı? Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar? Üstelik bizim Hristiyan olduğumuzu biliyorlar. Hem de kim korudu biliyor musunuz? Kimmiş? Müslümanların Halîfesi Ömer. Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur. Sizin gibi önce ben de inanamadım. Sonra nasıl inandın? Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım birine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye cevap verdi. Daha ne duruyoruz? Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, bir şey söyliyecek hâli kalmamıştı. Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği bozdu: Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna delil olarak yetmez mi? Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular.

Önerilen Videolar

Reklamlar

Bunlar da İlginizi Çekebilir

İşte Türkiye'ye yaptırım tasarısını hazırlayan o isim! Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap'tan korkutan açıklama: Vaka sayısı 30 bin bile olabilir Tek merkezden yürütülen kirli operasyon! Çöpe atılan 500 bin ton ekmekle her yıl 80 devlet hastanesi yapabiliriz