Günlerdir yazıldı, çizildi, konuşuldu ve beklenen oldu.
Rusya, dünyanın gözü önünde Ukrayna’yı tüm uluslararası norm ve kuralları yok sayarak işgale başladı. Bugüne kadar ciltler dolusu kitap ve yazı ile oluşturulan ve desteklenen uluslararası düzenin, büyük güçler açısından aslında hiç olmadığını bir kez daha görmüş olduk.
Güç kullanımının caiz oluşunu (Jus ad bellum) belirleyen tüm temel ilkeler ‘haklı sebep, başarılı olma, orantılılık ve şiddetin son çare oluşu’ ayaklar altına alındı. Sadece bu da değil, savaş sırasında uyulması gereken temel kurallar (jus in bello) da ayaklar altına alındı.
Bu yazıyı okurken bu eşkıyalığın sadece Ukrayna’da ortaya konulmadığını, son otuz yılı dikkate alırsak Bosna’dan Irak’a, Afganistan’dan Dağlık Karabağ’a ve Libya’ya varıncaya kadar birçok coğrafyada eşkıyalığın zaten yıllardır sahnede olduğunu söylediğinizi duyabiliyorum.
Ukrayna’da yaşananlardan
çıkarmamız gereken dersler
Ukrayna krizine dair bugüne kadar bu köşede epey yazdım ve çizdim.
Bugün ise bu kriz devam ederken pusulası her daim Ankara’yı gösterenlerin, bu krizden alması gereken dersler nelerdir konusuna değinmek istiyorum.
Uzunca bir zamandır Türkiye’deki siyasi karar mekanizmaları bir beşinci kol faaliyeti eliyle ve sürekli olarak güvenlikçi siyaset uygulamakla eleştirilmektedir.
Demokratik seçimler yolu ile iktidara gelmiş yönetimleri dahi ‘rejim’ diye nitelendirmekten çekinmeyen bu kitle, Türkiye gibi son kırk yılı terör ile sınanarak bugünlere gelmiş bir ülkede nasıl bu kadar pervasız olabiliyor çok şaşırmamak lazım.
Türkiye uyguladığı güvenlik konsepti ile şehirlerine huzuru, barışı ve hayatı geri getirmiştir. İstanbul’da konforlu köşelerinden bunu görmeleri ne kadar mümkün ya da görseler dahi kaleme alırlar mı bilinmez. Lakin bildiğimiz yegâne hakikat, şayet bu ülke, şimdi ‘güvenlikçi’ diyerek eleştirdikleri siyaseti başarı ile uygulamasaydı, ‘hafıza odası’ diyerek kutsadıkları ve halaylar çektikleri buluşmalara o konforlu rezidanslarından kalkıp asla gitmeyecekleri hakikatidir.
Bu ülkenin ana muhalefet lideri daha şunun şurası bir hafta önce yabancı bir haber ajansına verdiği mülakatta Türkiye’nin S400 hava savunma sistemlerini neden aldığını sorgulayarak ‘Yunanistan mı bize saldıracak?’ diyerek âdeta Batı’ya selam çakıyordu.
Bunun üzerinden birkaç gün geçmişti ki bu sefer Meral Akşener, Türkiye’nin nükleer enerji santralini millîleştirmesini ve derhâl S400 hava savunma sistemlerinden vazgeçmesi gerektiğini duyuruyordu.
Türkiye’nin savunma sanayii ve terör ile mücadelesinde ortaya koyduğu başarılı hamlelerin ve bu doğrultuda ortaya koyduğu özgün harici siyasetin Batı’yı son derece rahatsız ettiğini elbette biliyoruz. Kendileri kendi ağızları ile dillendiriyorlar, yazıyorlar ve çiziyorlar.
Tamam bunu anladık da, Ukrayna’nın Rus işgalinde en büyük sorunlu alanı olan hava savunma sahası konusunda, Türkiye’nin hava savunmasındaki açığını kapatmak maksadıyla ortaya koyduğu gayret ve hamleler sizi neden rahatsız etmiş olabilir ki?
Ukrayna topraklarının Rusya tarafından işgali Meral Akşener’i hepimiz gibi çok etkilediyse, S400’lerden vazgeçin demek yerine ‘daha ne eksiğimiz var?’ konusuna dair birkaç kelam etmesini beklemek lazım gelmez miydi?
Ayrıca Sayın Akşener neden sadece S400’leri ve nükleer enerji santralini gündeme getirdi de Rusya’dan gelen doğalgaz hatlarını gündeme getirmedi?
Neden onları da kapatmayalım?
Batı da bu hatlardan istifade ettiği için o konuyu dillendirmek riskli mi olurdu?
Rusya’nın her türden ahlaki gerekçeden mahrum bu hayasız işgali dolayısı ile Akkuyu nükleer enerji santrali inşası durdurulacak (millîleştirmek durdurun demek) ve S400 hava savunma sistemlerinden vazgeçilecek ise, sınırlarımızın dibinde Mehmetçiğimizin kanını döken silahları YPG’ye teslim eden ABD’ye ne demek gerekir?
Acaba Sayın Akşener, sıklıkla ziyaret ettiği ABD Büyükelçiliğindeki buluşmalarda, ABD Büyükelçisi’ne bu konuda ne demiştir?
Ya da bugüne kadar Meral Hanım’ın ‘YPG terör örgütüne silah veren ABD’nin F35 projesinden çıkınız, F16 tayyarelerini de toprağa gömünüz’ gibi irrasyonel bir beyanına şahitlik edeniniz var mı?
Yok değil mi?
Gelelim Türkiye’nin kendi müdafaasından sürekli rahatsızlık duyarak Türkiye’ye CAATSA yaptırımlarını uygulayan ABD’ye.
Rusya, bağımsız ve egemen bir devlet olan Ukrayna’nın hangi güvenlik şemsiyesi içinde bulunamayacağına dair ültimatom vermekte ve hangi silah sistemlerini ülkede konuşlandıramayacağına kendisi karar vermekte.
Bu nobran tavrın, uluslararası hukukun ve egemen bir devletin en temel hakkının ihlali anlamına geldiğini söyleyen ABD, aynı doğrultuda Türkiye’nin hangi silah sistemini alamayacağına karar verme telaşında.
Nasıl bir ikiyüzlülük?
Dün akşam Rusya lideri Putin’in Ukrayna ordusuna yönelik yaptığı darbe çağrısı ile, ABD Başkanı Biden’ın ‘Bu sefer darbe ile değil içerideki müttefiklerimiz ile Erdoğan’ı devireceğiz’ mesajı arasında nasıl bir fark mevcut?
Beşinci kol faaliyeti bugün Ukrayna’da Rusya adına sahadadır.
Türkiye’nin Batı’yı en çok rahatsız eden başarısı belki de bugüne kadar her isteyenin istediği gibi at koşturduğu ülkede oyun alanlarının sürekli daralmış olmasıdır.
Ukrayna savaşı da bize çok iyi göstermektedir ki kendi savunma sistemlerini ve doktrinlerini millî bir örgü içinde ülkenin her bir köşesinde ihdas edemeyen milletler, birilerinin oyuncağı olmaya devam etmektedirler.
O yüzden ülkede mantar tabancası patlatamayanların sancısını, vesayet unsurları ile ülkeyi içeriden teslim alamayanların feryatlarını tam da bu noktadan anlamak lazım gelir.
Yusuf Alabarda/Türkiye Gazetesi