Merak etmeyin efendim. Birazdan sizin söyleyeceklerinizi ben de söyledim: Meğer ne kadar da safmışız!
Batı kültürü işte bu saflığımızı, daha doğrusu cehaletimizi fena halde istismar ediyor ve kendi kültürünün fersude değerlerini allayıp pullayıp ‘kakalıyor’ evlerimize, oradan da hafızalarımıza, dimağımıza, şuurumuza… Ne de olsa kalkan duvarı olmayan bir kültürüz, korumasız, tehlikelere açık…
Heidi’den söz ediyorum canım, hani şu çocukluk yıllarımızın yaramaz ve iyi kalpli, Alpler’in sevimli kızı Heidi’nin hayatının anlatıldığı çizgi filmden. TRT’de yıllar boyu saf saf izlemişliğimiz vardır.
Sahiden de filmde herkesin ayakkabısı varken kahramanımız Heidi kar kış demeden niçin hep çıplak ayakla dolaşırdı dağlarda? Çıplak ayaklı yaparak ona bir tür sevimlilik ve acıklılık efekti katmak istediklerini sanmıştım. Lakin kazın ayağı hiç de öyle değilmiş.
Sevim Akyürek’in “Evrensel Kültür” dergisinin şubat sayısında çıkan çarpıcı incelemesi Heidi’nin çıplak ayağında gizlenen çök önemli bir sırrın, daha doğrusu modern ayıbın perdesini açtığı için mutlaka okunmalı.
Ben burada size Akyürek’in yazısından bazı önemli satır başlarını aktaracağım. Arzu edenler, yazının tamamını şuradan da okuyabilirler İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden.
Böyle demiş şair Ece Ayhan. Yani gerçeği arayanlar yüzlerinin parçalanmasını da göze almalıdırlar. Saldıranlar eksik olmaz size. Bazen Sadi-i Şirazi’nin hikâyesindeki gibi köpekler salınır üzerinize, üstelik yerdeki taşlar da ‘bağlanır’ ve bu halde kendinizi korumanız istenir. Tarih alanına girip tabuları yıkmak istiyorum diye bana mesaj atan kardeşlerim, buna hazır mısınız? İyi düşünün.
Hem Batı’nın deli gömleğini yırtmak hem de Kemalizm’in yalan dağlarını Necip Fazıl’ın deyişiyle hohlaya hohlaya eritmek çetin iştir. Bilesiniz.
Bilesiniz ve Batı’nın bizi kültürel olarak da bölmek için elinden geleni ardına koymazken kendi kültürel parçalanmışlığını nasıl ‘parçalanmaz bir bütün’ gibi yutturduklarını göresiniz. Benim Ahmed-i Hani’m Türk sayılmayıp edebiyat ders kitaplarına sokulmazken bakın uyanık Fransızlar hangi milletlerden adam devşirmişler. (Ben demiyorum, “Sixty Milion Frenchmen Can’t Be Wrong”un yazarları Jean-Benoit Nadeau ve Julie Barlow diyor (Illinois, 2003, s. 8.)
Fransa’nın en büyük başbakanlarından Mazarin İtalyan, Marie Antoinette Avusturyalı, Napolyon Korsikalı (İtalyan), “Üç Silahşörler”in ünlü yazarı Alexander Dumas ise zenci-beyaz karışımı melezdir. Fransızlar birisine Fransız derken ırkına değil, paylaştıkları kültüre bakarlar. “Fransa’yı bin yılda Fransız toprağı yarattı” sözü bunu anlatır. Ama biz kendi toprak ve kültürümüzün paylaştıranı değil, bölücüsü olduk. Sonuç ortada!
Batılaşma giyotinlerine rağmen Batı kültüründen habersiziz. Ne Kül Kedisi masalının aslını biliyoruz ne de Hansel ve Gretel’in. Don Kişot’un İspanya Müslümanlarının son izlerinin derlemesi olduğunu. Lafontaine’in ‘Bal Arıları ve Eşek Arıları’ adlı masalında Osmanlı’nın adaletini nasıl övdüğünden ve Fransa’daki hantal adalet sisteminden şikâyet ettiğinden bihaber nesiller çöle sürüklendiklerinin farkındalar mı?
Heidi köle miydi?
Sevim Akyürek, bizi bu çölün içinde bir vahaya sürüklüyor adeta. Heidi üzerinden hiç bakmadığımız bir pencereyi aralıyor. Meğer sevimli Heidi’miz bir “Verdingkinder”miş. “Verdingkinder” de ne mi? “Sözleşmeli çocuk” diye çevirebilirmişiz Türkçeye. Yine de eksik gedik bir çeviri olacak bu. En iyisi yazara kulak vermek:
“Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Küçük kahramanı aracılığıyla, doğaya, insanlara, hayata Alpler’in öksüz kızının gözüyle bakarken, bütün Verdingkinder’lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır. Heidi, İsviçre’nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir ve onun çıplak ayakları bugün çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utancın üzerinde koşuyor. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.”
Arkasını merak etmiyor değiliz: Çıplak ayakların sırrı neydi? Hatırlanmak istenmeyen o gerçek? Suç? Utanç? Uçurum? Hepsi, hepsi, hepsi… Meğer İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışması yasaklanmış. (İngiltere’de yaklaşık yarım asır daha çalışacaklar.) Buna mukabil çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açılmış ve 40 yıl öncesine kadar devam eden bir başka çocuk emeği sömürüsünün kapısı açılmış:
“Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen, tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden ‘kurtarılmış’ çocuklardı!”
Ahırlarda hayvanlarla yaşayan bu aç ve zavallı çocukların durumunun kölelikten ne farkı vardı? Güya medeni Batı köleliği kaldırmış ama Avrupa’nın göbeğinde hem de 1974’e kadar çocuk köleliği kurumu devam etmiş ve daha da acısı, Johanna Spyri’nin gözümüze sokmak istediği bu gerçeğin farkına varacağımıza, Heidi’nin ayaklarının neden çıplak olduğunu sorgulayacağımıza çizgi filmin büyüsü karşısında uyumuşuz, uyutulmuşuz.
İki asırlık tabu yıkılıyor
İşin daha tuhaf tarafını söyleyeyim mi? İsviçre’de bu mevzuyu konuşmak tabuymuş birkaç yıl öncesine kadar. Köle çocuklardan hayatta olanlar sonunda
patlamış, yaşadıkları utancı haykırmaya başlamışlar da İsviçre ve dünya bu ayıplarını öğrenme imkânını bulmuş. Düşünün, neler saklanabiliyor şu bilgi çağında bile! 1998 yılında yüzünün parçalanmasını göze alabilen birkaç tarihçi, bu tabuyu yıkmaya karar vermiş ve hayattaki Verdingkinderlere ulaşmak için kollarını
sıvamışlar. 2009 yılında “Verdingkinder Reden” adlı sergiyle ilk defa bilimsel çalışmalara, konferanslara, canlı tanıklıklardan oluşan açık oturumlara konu
edilmiş, sonra operaya ve ilk defa bir filme de uyarlanarak gündemde tutulmuş. Derken ürpertici ifşaatlar peş peşe gelir olmuş. İşte bir misal:
“Charles Probst 79 yaşında. Annesinin ‘çıplak ayaklı çocuk’ olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı
olmamış, hasta olduğunda doktora götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk suya batırarak yemek zorunda kalmış.”
Sergiyi izleyenlerden birinin ziyaretçi defterine yazdıkları çarpıcı:
“Bunlar bizim özgür ve zengin ülkemizde mi olmuş? Çok üzgünüm.”
Heidi’nin saf çehresini, elma gibi yanaklarını ve çıplak ayaklarını bu acı gerçeğin fonunda yeniden düşünün bakalım, ayakkabıları olan Peter’i, Clara’yı ve dedesini de. Çizgi filmin bütün efsunu kaçacak ne yazık ki. Kaçan aslında Batı’nın efsunudur, bilesiniz.